fbpx

Platon’dan Edgar Cayce’ye – Batık Kıta Atlantis

View Archeological Underwater Building Ruins Platon’dan Edgar Cayce’ye - Batık Kıta Atlantis

Batık kıta Atlantis… Sular altına gömülen bir efsane, insanlık tarihinin kayıp sayfası, kontrolden çıkan gücün ve kibrin hikayesi, insanlık bilincindeki düşüşün, ruhani inişin sembolü…

Söylenceler bize Atlas Okyanusu’nun ortasında tarih öncesi çağlarda var olan bir kıtadan bahseder. Bu adanın sakinleri Atlantis’te gelmiş geçmiş tüm uygarlıkları aşan bir medeniyet yarattılar. Bilimsel ve ekonomik açıdan görülmemiş başarılara imza attılar. Zenginliğin, bereketin, yüksek bilincin ve teknolojinin zirveyi gördüğü zamanlar yaşadılar. Fakat bu yüksek refah seviyesi bir zaman sonra, elde ettikleri gücün kurbanı olmalarına yol açtı. Gücü birbirlerinin üzerinde hakimiyet kurmak için kullanma eğilimi ve dünyanın geri kalan bölgelerini fethetme arzusu, sonun başlangıcı oldu.

Batık Kıta Atlantis ve Anlatılar

Efsaneye göre Atlantisliler bu kötü gidişata dair kendilerine yapılan uyarılara da kulak asmadılar. Hırsla yakıp yıkarak ilerlemeye, yüksek bilinci savaşlara kurban etmeye devam ettiler. Önce volkanik patlamalar ve depremler başladı. Sonrasında sel felaketleri geldi ve nihayetinde, bir gün boyunca süren şiddetli yağmurların ardından, önce adanın sakinleri toprağa gömüldü, ardından da Atlantis kıtası denize batarak yok oldu, batık kıta Atlantis oldu.

Atlantis gerçekten var mıydı? Bu uygarlığın kalıntıları hala Atlas okyanusunun derinliklerinde durmakta mıdır? Bilemiyoruz. Oşinografların araştırmaları bazı buluntuları gün yüzüne çıkarsa da bunlar Atlantis’in varlığını kanıtlamaya yetmiyor. Fakat varlığının kanıtlanmamış olması da, Atlantis’i insanlığın ortak hafızasından silmeye yetmiyor.

Atlantis’ten kaçmayı başaran bir grup insanın dünyanın değişik bölgelerine dağıldıkları ve hem hikayelerini, hem de teknolojilerini beraberlerinde götürdükleri anlatılır. Atlantis’e dair bilginin ve sembollerin bu yolla farklı mitolojilere sızdığı iddia edilir. Bize, Atlantis’i hatırlatan söylenceleri aktaran Mısır, Maya, Aztek, Babil ve Asur gibi medeniyetlerin üzerinden bile yüzyıllar geçti. Atlantis’in iddia edilen tarihi ise Milattan Önce 50 binli yıllarda başlıyor…

Peki biz bugünün insanları olarak neden hala merak ediyoruz batık kıta Atlantis’i? Neden hala döne döne anlatıyoruz Atlantis’i? Neden bir türlü unutulmadı bu hikaye?

Çünkü Atlantis Efsanesi insanlığın hem bugününe, hem geçmişine, hem de potansiyel geleceğine dair çok önemli bilgiler veriyor. Varlığı kanıtlanamasa bile bu efsane, insanlık tarihinden dışlanamıyor.

Atlantis, insanlığın ortak hafızasında bir hakikat olarak varlığını koruyor. Öyleyse bu anlamlıdır. Bu bir boyutta insanlığın hakikatidir ve bilgi, geçmişten günümüze kadar yok olmadığına göre ortada, yeryüzünün bugünkü sakinlerinin de duyması, anlaması ve idrak etmesi gereken bir hikaye var demektir.

Size ünlü filozof Platon’dan, uyuyan kahin Edgar Cayce’ye, Rönesans’ın filozofları Thomas More ve Francis Bacon’a kadar uzanan bir batık kıta Atlantis anlatısı hazırladık. Onların anlattıkları Atlantis’te, batık kıtaya dair pek çok bilinmeyeni bulacaksınız. Öte yandan bu efsanenin günümüz insanına kalan mirasını da kavramaya çalışacağız. Yani batık kıtanın sembollerindeki sırları çözmeye soyunacağız.

Atlantis bizde Eflatun olarak da bilinen ünlü filozof Platon’un iki diyaloğunda geçer. Platon Atlantis’in hikayesini anlatmaya Timaios’da başlamış, Kritias’da devam etmiştir. Tiamos diyaloğu Platon için de bir kırılım noktasıdır. Çünkü ünlü filozof bilinen mitolojik tanrıların ve karakterlerin yanı sıra, bu eserinde “Evrenin Yaratıcısı”ndan bahsetmektedir. Platon’un son yıllarında kaleme aldığı bu diyaloglar, ezoterik bilgisini konuşturduğu ve tanrısal ilhamı daha yoğun hissettiği eserler olarak değerlendirilir.

Bu eserlerde Atlantis’le ilgili bilgiler, Atinalı Kritias’ın ağzından aktarılır. Kritias da dedesinin dostu olan Solon’un kendisine aktardıklarını anlattığını söyler. Solon Atinalı bir devlet adamı ve şairdir. O da Atlantis’i, Mısırlı bir rahipten dinlemiştir. Neticede Mısırlı rahibin Atlantis’e dair verdiği bilgiler, Platon’un diyaloglarında şöyle bir hikayeye dönüşür:

İlk çağlarda tanrılar dünyayı aralarında mertebelerine göre paylaştırdılar. Bir ada olan Atlantis kıtası, Poseidon’a verildi. Poseidon bu adayı on çocuğunun arasında böldü ve en büyükleri olan Atlas’ı yönetici yaptı. Atlas’ın onuruna kıtaya Atlantis, onu çevreleyen denize de Atlantik adı verildi.

Atlas’ın soyu bilgece yönetimleri ve çalışkanlıkları sayesinde büyük bir yükselişe imza attı. Değerli madenler çıkardılar, hayvanları evcilleştirdiler, toprağın ve doğanın bereketinden faydalandılar. Aynı zamanda görkemli saraylar ve tapınaklar inşa ettiler.

Anlatıda limanların inşası sırasında kullanılan siyah, beyaz ve kırmızı taşlardan söz ediliyor. Kara bölgelerindeki duvarlar kalay, tunç ve altın rengi pirinçle kaplıydı. Tapınak sütunları ise altın, fildişi ve gümüşle…

Koruluklar ve bahçeler adada bulunan iki pınarla sulanıyordu. Şehir, görkemli dağların gölgesinde kalan göz kamaştırıcı bir ovada kurulmuştu. Atlantis krallarının en önemli yasaları şuydu: Asla birbirleriyle savaşmayacaklar ve dışarıdan bir saldırı olması durumunda, ne olursa olsun birbirlerinin yardımına gideceklerdi.

Fakat kazandıkları güç ve ihtişam, zaman içinde Atlantisli yöneticilerin gözünü boyadı. Dünyayı fethetmek gibi bir hırsa kapıldılar. Bu hırs ve saldırganlık Atlantis’in sonunu getirdi. Zeus, Atlantislilerin günahkarlığını cezalandırmaya karar verdi. Depremler ve seller başladı. Bir gün ve bir gece boyunca süren yağmurlarla, bütün savaş heveslisi erkekler toprağa gömüldü. Atlantis adası da denize gömülerek yok oldu.

Platon’un aktardığına göre bu olaydan sonra batık adanın bulunduğu yerde deniz geçit vermez oldu. Adanın batmasıyla ortaya çıkan çamur, suyu sığ ve geçilmez hale getirdi.

Atlantis kıtasının yeri konusunda farklı söylenceler var. Platon, bu adanın Herakles yani Herkül sütunlarının ötesinde bulunduğunu anlatır. Herkül sütunları da Cebelitarık Boğazı’nı işaret eder. Yani Platon’un yaşadığı Helen Uygarlığının konumuna göre Atlantis, Herkül sütunları denilen dar boğazın önünde bulunuyordu. Platon’a göre bu ada Libya ile Asya’nın toplamından büyüktü. Atlantisliler ada kıtanın çevresinde bulunan başka küçük adalara uzanan kanallar inşa etmişlerdi. Dünyayı fethetme hırsına kapılan Atlantisli krallar dar boğazın içlerine girerek Mısır’a kadar ilerlediler. Bu sırada Avrupa’nın tamamına hakim oldular. Saldırganca ilerleyişleri Atlantis’in batışına kadar devam etti.

Uyuyan kahin olarak bilinen Edgar Cayce, 20 yılı aşkın sürede yaptığı yaşam okumalarında Atlantis’e dair akaşik bilgilere ulaştı. 1800’lerin sonlarında Amerika’da doğan Cayce, trans halindeyken yaptığı yaşam okumalarıyla bilinen dünyaca ünlü bir medyumdur.

Cayce, hipnoz uykusundan uyanınca hiçbir şey hatırlamıyordu. Fakat trans halindeki uykusunda herhangi bir insanın beyniyle ilişki kurabiliyordu. Bu sırada bambaşka bir akıl canlanıyor ve Cayce insanlığın ortak hafızasındaki tüm bilgilerden, adeta bir kitaplıktaymışcasına yararlanabiliyordu.

İşte bu yöntemle yaptığı 2500 yaşam okumasının yaklaşık yüzde otuzunda Cayce, Atlantis’te geçen hayatlara ulaştı. Yani kendisine gelen insanların geçmiş hayatlarına Atlantis kıtasındaki bedenlenmelerine dair okumalar yaptı.

Bu okumalarda ulaşılan geçmiş yaşam anılarına göre, Atlantis üç farklı olayda, volkanik patlamalar ve yaşanan depremler sonucunda yok olmuştu ve bu yıkımların her biri tek bir gün değil, aylar hatta yıllar boyu devam etmişti. Bu felaketlerden ilki MÖ 50.700 yılı civarında, ikincisi MÖ 28 bin yıllarında, üçüncü ve sonuncusu ise MÖ 10 bin yılında meydana gelmiş görünüyordu.

Cayce’nin tüm okumaları, yaklaşan sona dair Atlantislilere bol miktarda uyarı geldiğini ve her bir felaketten önce birçok Atlantislinin adayı terk ederek dünyanın farklı bölgelerine kaçtığını gösteriyordu. Bazıları Avrupa’ya ya da Afrika’ya, bazıları da Güney Amerika’ya sığınmıştı.

Cayce’nin okumaları bir araya getirildiğinde Atlantis’in tarihine dair şöyle bir genel bakış ortaya çıkıyor:

En eski Atlantisliler, erkek ve dişi olmak üzere her iki cinsiyetin de aynı ‘vücutta’ bulunduğu fiziksel bir varlığa sahiptiler. Başlangıçta Atlantisli varlıklar, enerjinin saf beyaz ışık titreşimlerini yansıtan bir düşünce formu gibiydiler. Cayce’nin okumalarındaki bu dönem Lemurya efsanesini de çağrıştırır nitelikte. Lemurya ezoterik ve okült bilginin kraliçesi olarak tanınan Madame Blavatski’nin kitaplarında insanlığın dördüncü kök ırkının yurdu olarak anlatılır. Blavatski’ye göre Atlantisliler dördüncü kök ırkın temsilcileridirler.

Cayce’nin okumalarından devam edecek olursak Atlantisliler ruhun saf ve bakir hallerinden zamanla ayrılarak daha maddi bir şekil ve yoğunluk aldılar. Bununla birlikte kendi zevklerine düşkün eylemlerde bulunmaya başladılar ve sonunda iki gruba ayrıldılar: Bir’in Yasası ve Belial Oğulları.

Bir’in Yasası’nı takip edenler yüksek bilinç standartlarını koruyor ve yalnızca en yüksek ışık ve enerji seviyesinde titreşmeye devam edebiliyordu. Hala tek Yaratıcıya çok yakın ve sadıktılar.

Öte yandan Belial Oğulları, egolarını büyüterek kendilerini yüceltmekle ve cinsel arayışlarla ilgileniyorlardı. Maddi amaçlarını gerçekleştirmek için, tüm ruhsal yasaları kullandılar. Zaman geçtikçe, Bir’in Yasası’nı takip edenlerin çoğu yoldan çıktı ve Belial Oğulları’na katıldı.

İlk Atlantisliler gruplar halinde yaşadılar. Ancak toplumsal yapıları bugün bildiğimiz gibi haneler veya aileler şeklinde değildi. Rahipler, emekçiler, üreticiler, çiftçiler, zanaatkarlar ve zaman tutucular olarak ayrışıyorlardı. Bir de Cayce’nin “şeyler” ya da “sadece makineler” olarak tanımladığı ilginç bir grup daha vardı. Birin Yasası ile Belial Oğulları arasındaki ‘tartışmalardan’ biri, bu ‘şeylerin’ tedavisi ve kullanımı hakkındaydı.

Yazının devamı için buraya tıklayabilirsiniz.