Atlantis’te bilimde, ekonomide ve teknolojide büyük başarılar yakalandı. Gelmiş geçmiş tüm uygarlıkları aşan bir medeniyet yaratıldı. Atlantisliler, uçaklar, hava balonları, denizaltılar, asansörler, yayın sistemleri ve bilgisayarlar yarattılar. Ancak bu teknoloji insanlığın yararına olduğu kadar, yıkıcı amaçlar için de kullanıldı. Atlantislilerin ulaştığı teknolojinin ürünleri arasında ölüm ışını, patlayıcılar, radyoaktif kuvvetler ve atom enerjisi de vardı. Atlantisliler yıkıcı güçler hakkındaki bilgilerini arttırdıkça, doğanın doğal dengesi bozulmaya başladı. Bu da Atlantis’in ilk yıkımını hızlandırdı.
Ada kıtanın ilk yıkımı ile ilişkilendirilebilecek yaşam okumalarında, MÖ 50 binler civarında adada bir zirve toplantısı düzenlendiğinden bahsediliyor ve bu zorunlu zirvenin, hayvanlar aleminin dev üyelerinin Atlantis’i işgaliyle gerçekleştiği anlatılıyor. Görünüşe bakılırsa Belial Oğulları, istilacı hayvanları yok etme girişimlerinde de bilgilerini kötüye kullanıyorlar. Bunun üzerine hayvanlar aleminin dev üyeleri de Yaratıcının verdiği izinle kutuplardaki ekseni hareket ettirerek kıtada yaşayanların sonunu getiriyorlar.
İlk felaketin etkisiyle kıta, beş adaya bölündü. Atlantis, büyük felaketlere uğradığı her dönemde, bilimsel ve teknolojik olarak çok ileri düzeydeydi. İkinci büyük felaketin yaşandığı MÖ 28 binler civarında, Atlantisliler her elementte seyahat edebiliyorlardı… Havada, suda ve karada. Sadece uçakları değil, aynı zamanda güdümlü araçları da vardı.
Cayce’nin okumalarına göre, Atlantisliler günümüzün mucitleri tarafından henüz keşfedilmemiş olan pek çok teknolojiye sahiptiler. Atlantis teknolojisi, telepati ve astral seyahat de dahil olmak üzere, psişik yeteneklerin geliştirmesine de katkı sağladı.
Atlantis’in ikinci yıkımından hemen önce, ada kıta halkı, daha da yozlaşmıştı. Bir’in Yasası ve Belial Oğulları uzun tartışmalara girdiler. Bu tartışmalardan biri, Cayce’nin “nesneler” ya da “şeyler” olarak adlandırdığı grubun kullanımıyla ilgiliydi. Bazı Atlantisliler bu grubun yük hayvanı ya da, toprak veya maden işçisi olarak çalıştırılmalarından yanaydı. Bazı Atlantisliler ise bu sömürüye karşı çıkıyorlardı. Tıpkı ilk yıkımda olduğu gibi ruhani yasalar maddi kazanç için kullanıldı. Atlantis halkı yaklaşan felakete dair tekrar tekrar uyarılmış olmasına rağmen, çoğunluk ikazları görmezden geldi. Ve ikinci büyük yıkım önemli ölçüde toprak kaybına ve iklim değişikliklerine neden oldu. Bu yıkımdan sonra Atlantislilerin teknolojik seviyelerinde gerileme gözlendi. Artık ilk iki çağda oldukları kadar gelişmiş görünmüyorlardı.
Cayce’nin okumalarına göre bazı gruplar felaketlerden önce adayı terk etmeye başlamışlardı. Tüm kıtada sürekli huzursuzluk ve isyan vardı. Bir’in Yasası ile Belial Oğulları arasındaki anlaşmazlıklar azalmadan devam etti. Belial Oğulları, Ruhsal Yasaları kendi zevkleri için yönlendirmeye ve mümkün olduğunca fazla güç uygulamaya devam ettiler ve bu yıkıcı enerji Atlantis’in nihai sonunu getirdi. Bu son her ne kadar ani gibi görünse de, Cayce’nin okumalarında Atlantis’lilere olacaklara dair defalarca uyarı geldiğinden bahsediliyor.
Bir’in yasasının bozulmamış olarak kalan üyeleri adadan ayrıldılar ve göç etmek isteyen Atlantislilerin taşınmasına da öncülük ettiler. Bu sırada kadim bilgilerini de beraberlerinde götürdüler.
Cayce’nin okumalarında Bir’in yasasının bilgi ve içgörü kayıtlarını Sfenks’te gizlediklerine dair ilginç bir ayrıntı var. Ayrıca bu kayıtların doğru zaman gelene kadar binlerce yıl boyunca ele geçmeyeceğinden kesinlikle emin olmak için, bazı önlemleri etkinleştirdiklerinden bahsediliyor.
Cayce’nin Atlantis’e dair aktarımları hipnoz sırasında farklı yaşam dilimlerine gidilerek elde edilen anıların dağınık anlatımından bir derleme niteliğinde…. Son bölümdeki Sfenks göndermesi Atlantis’ten ayrılanların Mısır’a yöneldiklerini düşündürüyor ve Antik Mısır’da neredeyse birden bire ortaya çıkan teknolojik sıçramayı akıllara getiriyor. Acaba, bugün bile sırrı tam olarak çözülememiş olan piramitlerin mimarı, Atlantis’ten göç eden rahipler miydi?
Ada kıta hakkındaki söylencelerde Atlantislilerin tapınaklarını piramit şeklinde inşa ettikleri ve piramitleri şifa ve ruhsal yeteneklerini geliştirmek için kullandıkları da anlatılagelmiştir. Nitekim dünya üzerinde devasa piramitlerin bulunduğu iki bölge var ve her ikisi de Atlantis’ten göçenlerin güzergahları arasında başı çeken bölgeler: Mısır ve Güney Amerika…
Şimdi sıra geldi Atlantis hikayesinin derinliklerine inmeye. Platon’un Atlantis’ini inceleyen filozoflar bu anlatının felsefi bir sır içerdiğini fark etmişler. Atlantis’in 10 kralı, tetraktisi, yani 1’den 10’a kadar olan doğal sayıları sembolize ediyor. Bunlar Pisagor’un öğretisine göre beş zıt çift olarak doğan sayılardır. Bu sayılar bütün yaratıkları yönetirler ve kendileri de Monad’ın yani onların en yaşlısının hakimiyeti altındadır. Poseidon’un üçlü yabası sayesinde bu krallar Atlantis’i oluşturan yedi küçük ve üç büyük adayı yönetirler.
Felsefi olarak on ada Yüce Ruhaniyetin üçlü kuvvetini ve onun ebedi tahtı önünde boyun eğen yedi saltanat naibini temsil eder. Eğer Atlantis arketipsel bir küre olarak görülecekse onun batışı da rasyonel ve düzenli bilincin çöküşü olarak okunabilir. Yani yüksek bilinçten, ölümlü cehaletin geçici ve yanılsamalı alemlerine inişi sembolize eder…
Hem Atlantis’in batışı, hem de kutsal kitaplardaki “İnsanın düşüşü” hikayesi, bu ruhani inişi anlatır bize. Bu da bilinçli tekamülün şartıdır. Dünya deneyiminin başlangıcıdır. Atlantis’in inancının izleri ve sembolleri pek çok kadim uygarlığın mitolojisine, seremonilerine ve ritüellerine işlemiştir.
Aslında dünya üzerinde anlatılmış bütün hikayeler ortaktır. Çünkü hepsinin kaynağı ortaktır. Yazdıklarımız, yaşadıklarımız ve yeryüzünde yarattığımız hikaye bir boyuttan bize akan ilhamın eseridir…
Yine Atlantis üzerinden bir örnek verelim. Atlantis’in batışı ve onun sembolik olarak okunması; insanın bilinç olarak düşüşüne ve kendisini daha katı ve zorlayıcı bir madde dünyasında deneyimlemesine karşılık geliyor. İlahi huzurda sevgi ve barış içinde dolaşan ruh, nefretin, kıskınçlığın ve öfkenin kışkırtmasıyla, diğer tarafı deneyimlemek üzere yer altına iniyor. Tıpkı Babil ve Asur mitolojisindeki tanrıça İştar’ın yedi kapıdan geçerek yer altının derinliklerine inmesi gibi…
Yunan mitolojisindeki Afrodit’le yani Venüs ile ilişkilendirilen İştar, yeraltı dünyasına inerken her kapıda kendisinden bir şey verir. Tacını, mücevherlerini, giysilerini… Tanrıça yeraltına indiğinde çırılçıplaktır. Orada hastalıklarla, kıskançlıkla, nefretle tanışır. Işığın olmadığı yerde İştar toz yutar, çamur yer. Ölüler dünyasını görür, esareti tadar. Bu zorlu yolculuğun sebebi sevgidir. Çünkü İştar sevgilisini kurtaracak olan Hayat Suyunu almak için inmiştir yeraltına…
İştar miti de bize insanın dünya deneyiminin aşktan doğduğunu anlatır. İnsan sevgi için iner yeraltına. Çünkü ilahi huzurda dolaşan ruhun yaşadığı hali anlamlandırabilmesi için, karşıtını deneyimlemeye ihtiyacı vardır.
İştar’ın ruhu yedi alemden, yedi gezegenin feleklerinden geçerken bütün ruhani ziynetlerinden soyunur ve fiziksel bedene girer. Bu beden İştar’ın keder, üzüntü ve esaret ile tanıştığı bir hapishanedir. İştar yeraltı yolculuğunun sonunda Hayat suyunu kazanır.
Hayat suyu cehalet hastalığını iyileştiren gizli öğretileri temsil eder. Ardından ilahi kaynağa doğru yükselen tanrıça, gezegensel feleklerden geçerken Tanrı’nın ona verdiği mücevherlerini tek tek geri kazanır.
İştar’ın hikayesi Mu’nun, Atlantis’in ve bugün dünyamızın yaşadığı hikayedir. Çünkü bu insanın hikayesidir. Asırlar geçse de her kıtada, her uygarlıkta, her toplumda ve inançta farklı senaryolar üzerinden bu hikaye anlatılagelmiştir. Nitekim Rönesansa geldiğimizde Atlantis efsanesinin iki önemli filozofun dağarcığında tekrar canlandığına tanık oluyoruz.
Rönesansın hümanist düşünürlerinden olan Thomas More “Ütopya” adlı eserinde hayali bir adada kurulan ideal düzeni ve o düzenin mutlu insanlarını anlatır. Ütopya, daha iyi bir dünyada yaşama arzusu ve hayalidir.
Şüphesiz bu arzu, eserin kaleme alındığı 16. yüzyılda olduğu gibi, bugün içinde bulunduğumuz yüzyıl için de bir hayalden ibarettir. Hem bu imkansızlık ve erişilmezlik duygusu, hem de insanın dağarcığındaki Atlantis bilgisi sebebiyle, ideal toplum düzenini kaleme alanlar, her seferinde ütopyalarını bir adanın üzerine canlandırmayı tercih etmişler.
Thomas More eserinde herkesin çalışıp ürettiği, savaşlara harcanan kaynağın fırsat eşitliğinin sağlanmasına hizmet ettiği, sınıf ayrılıklarının yaşanmadığı bir adadan bahseder… Mevcut dünyada gerçekliği ne kadar uzak görünse de, bu, insan tarafından hayal edilmesi mümkün olan, ebedi bir istektir aslında.
Her türlü nimetin ve kaynağın insanlığın yararına sunulduğu, insanların birbirlerini sadece insan oldukları için sevdiği; hırsın, nefretin olmadığı bir ada… Var mı böyle bir yer? Peki nerededir bu ada?
Ada kavramı latince insula kelimesinden geliyor. İnsula insan beyninin iç bölgesinde konumlanmış bir lobtur. Dış loblar tarafından çevrelenmiş bir bölgedir. Tıpkı bir ada gibi ve insula denilen bu bölge beynin hafıza işlevinde önemli bir rol oynar…
Ada insanın hafızasına kazınmış bir semboldür. Dış dünyadan aradaki su vasıtasıyla soyutlanmıştır. Su arınmayı ve aşkınlığı anlattığı gibi felaketleri, yaşam ve ölüm döngüsünü de sembolize eder. Ana karadan uzaklarda kurulan ideal düzen, bir yeryüzü cennetine duyulan özlemi çağrıştırır. Dünyevi kötülüklerden arınmış, onlarla arasına aşkın bir set çekmiş olan kurtarılmış bölgeyi…
Thomas More’un çağdaşı olan düşünür ve devlet adamı Francis Bacon da yine bir adanın üzerinde bir yeryüzü cennetti düşlemiş ve buraya doğrudan “Yeni Atlantis” adını vermiş. Bacon’ın Atlantis’i tabiat ve insanın bir arada, iç içe yaşadığı ve insanın hem bedensel, hem düşünsel olarak doğadan beslendiği bir ada… Çünkü insan kendi yaradılışını ve Tanrı’yı anlayabilmek için doğayı deneyimlemeli. Çünkü doğa tanrının elidir. İnsan doğayı irdeledikçe doğa da buna sessiz kalmaz. Ona özlediği cenneti sunar.
Doğadaki şeylerin nedenleri ve gizli devinimleri hakkında bilgi sahibi olmak, insanın hakimiyet sınırlarını genişletir. Böylece insan mümkün olan her şeyin sırrına erişebilir.
Bacon Yeni Atlantis’te Salomon Evi adını verdiği bir merkez kurmayı da hayal etmiş. Burada laboratuvarlar, meyve bahçeleri, seralar olacakmış. Düşünce, ilim ve bilim üretilecek bir merkez… Dünya ile insan arasında bir köprü. Bacon ilk çağda kurulan ve insanlığın bilincini yükselten İskenderiye kütüphanesini tarif ediyor sanki. Francis Bacon insan gücünün her şeye yeteceğine inanmış… “İnsan doğayı ve Tanrı’yı anlayabildiği ölçüde sınırsızdır” demiş.
Bu hayali mümkün kılacak olan tek şey insanın aklı ve vicdanı arasındaki dengeyi sağlamasıdır. Peki insanlığın mevcut durumu Yeni Atlantis hayaline mi, yoksa sular altında kalan batık kıtaya mı daha yakın durmakta?
Galiba insanlık ailesi olarak Atlantis’in kırıldığı noktadayız. Atlantis mevcut durum için bir ütopya olsa da, onu iyileştirmek bir vasıta olarak da görülebilir. Böyle bir düzenin dünyada var olmadığı, orta ve uzun vadede var olamayacağı hepimizin malumu..
Fakat yine de insanoğlu bu idealden ısrarla bahseder, onu hayal etmeye ve tanımlamaya devam eder. Çünkü bu içsel bir itilimdir. İnsanlığın ortak hafızasındaki bir yazılımdır. Bu ideal, madde dünyasının ötesinde varolan bir hakikattir ve alemin birliği gereği bir boyutta varolan hakikat, dünya deneyiminden geçen insanın dağarcığında da vardır ve var olmaya devam edecektir…