fbpx

İbnül Arabi’den Yaradılış Mertebeleri

İbnül Arabi'Den Yaradılış Mertebeleri

Her insan hayal aleminde, madde bedeni olmayan bir şeyler yaratır. Ama arif olan himmetiyle yani etkin eylem gücüyle yaratır ve yarattığı şey dışarıda madde bedeniyle de görünür olur. İbnül Arabi Fusûsul Hikem adlı eserinde bu yaratımın nasıl mümkün olduğunu anlatır… Ardından da “Size bir sır açıkladım” der. Bunun yabana atılıp habersiz kalınamayacak kadar kıymetli olduğunu, velilerin evliyaların bu sırrı ortaya çıkarmak için sürekli gayret içinde bulunduklarını söyler. İşte biz de bu yazımızda İbnül Arabi’den yaradılış mertebeleri konusuna değineceğiz.

Ancak İbnül Arabi’den yaradılış mertebeleri konusuna değinmeden önce bazı bilgiler vermekte fayda var. Arabi, yalnızca bu kitabında anlattığı sırrın, Levh-i Mahfuz’dakinin bir benzeri olduğunu savunur. Kainatta meydana gelmiş ve gelecek olan bütün varlıklar, iş ve olaylar Levh-i Mahfuz kitabında yazılıdır. Alem, Allah tarafından bir solukta külliyen yaratılmıştır. Ama yaratım her an devam eder. Çünkü zamanın akışı daireseldir. Ama bu durum insan algısı için karmaşıktır. Biz olayları idrak edebilmek için tek tek ve sırasıyla inceleriz. Lineer zaman akışı insan aklı için geçerlidir ve gereklidir de. Arabi’nin ürettiği metafizik kavramlar da aynı sebeple bu kadar çeşitli ve ayrıntılıdır.

İbnül Arabi’den Yaradılış Mertebeleri Hakkında Detaylar

Yaradılış özünde birdir, birbirine bağlıdır. Bu tevhid bilincidir. Hayatı yüksek anlamıyla deneyimleyebilmemizi sağlar. Ama mülk sahibi Allah’tır. Yaradılışta Hakk’tan gayrı hiçbir şey yoktur -ki bunu idrak edebilmek, insan için aslında en yüksek bilinç seviyesidir. Haddini bilmeyen kişi Arabi’nin deyimiyle: “Ateşe ve erimeğe mahkumdur”…

Arabi, bahsi geçen kitabında Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarını sadece Adem’e lütfettiğini anlatır. İnsan bu yönüyle Hakk’ın ayn’ı ve aynasıdır. Fakat suret aslıyla vardır, varlığı koşulludur. Suret, aynaya ya da aslına tesir edemez. Sadece onun kendisine gösterdiği kadarını yansıtabilir ve gösterdiği sürece yansıtabilir. Bu yüzden insan, Allah’ın kendisine lütfettiği bilgiyle elde ettiği fazileti, varlığının kendisinden kaynaklandığı zannına düşerek kaybedebilir.

Öte yandan Arabi; kul olmanın, kişiye gerçek anlamda özgürlük ve mutluluk sağladığından da bahseder. İbnül Arabi’den yaradılış mertebeleri konusunu sonlandırırken buraya tekrar döneceğiz.

Arif olan kişi bir kuş yaratmak istese, görünen alemde ona vücut verir ve herkes o kuşu görür. Bu sureti meydana getiren şey arifin himmetidir. Bu tür üstün irade gücünün Velîlerde bulunduğu ifade edilmiş. Bir insanı bu mertebeye taşıyan şey de ruhen ve kalben gösterdiği gayret ve kuvvetli istektir.

Arif himmetle yaratma eylemini vehim gücüyle, fikriyle ve nefesiyle gerçekleştirir. Vehim gücünden ilk kez İbni Sina bahsetmiştir. Bu, iradeli hareket eden canlılarda bulunan bir yargı yetkisidir. Beynin orta bölümünde bulunur ve maddi formlardan manalar idrak eder. Pek çok yerde “vehim” olmayan şeyleri hayal etmek ya da kuruntu etmek yerine kullanılır. Ama aslında vehim gücü, beynin orta yerinde tasavvur ile hatırlama güçlerinin arasında bulunur. Her ikisinden de güç alır ve her ikisine de hizmet eder.

Burada hatırlamaktan kasıt sadece bildiklerini, deneyimlediklerini hatırlamak değildir. Vehim gücü hayvanlarda da bulunur. Bir koyunun bir kurtla ilk kez karşılaştığında dahi tehlikede olduğunu ayırt ederek kaçması vehim gücüyle mümkün olur.

İbni Sina’ya göre vehim, dış duyularla algılanamayan bir takım bilgileri kavrayan ve sezen yargı gücünü ifade etmektedir. Vehim gücü eşyanın hakikatini, maddelerin suretinden, cisimlerin kalıplarından soyutlama gücüdür. Vehim gücüyle elde edilen algıların doğruluğu kesinleşip maddi ilişkilerden arınırsa bu algılar, saf aklî anlamlara dönüşür. Tahayyül melekesiyle yani imgeleme becerisiyle bağlantı halinde olan akıl gücüne vehim denir.

Toparlamak gerekirse Arif, kalbi ve ruhsal bütünlüğü sayesinde zihinsel belleğini ve kuvvetlerini bir araya toplar. Ve vehim gücünü, fikrini ve nefesini yaratacağı ve şekil vereceği şeyin icadına odaklar.

Bu durumda, o şey kalbin haricinde bir gölge gibi mevcut olur. Yani varlık kazanır. Bu tariften de anlaşılacağı gibi halk etmek yani yaratmak Arif kişide bulunan kutsal kuvvetler ve ilahi dereceler sayesinde mümkün olur.

Avam, ariften ayrı tutulur. Avam cahil halktır. Ama buradaki cehalet, nefsini ve Rabbini bilmeye dair bilgi yetersizliğinden kaynaklanır. Avam kalplerinde tahayyül ve vehim gücüyle bir şeyler ortaya çıkarsa bile ruhunda kutsal kuvvetler bulunmadığı için, hayali suretlere vücud kazandırmakla kalır. Onlara hariçte vücud kazandıramaz.

Fusûsul Hikemin şerhini yazan Ahmet Avni Konuk şu hikayeyi örnek göstermiş:

Hazreti Mevlana’yı Ramazan ayında 40 kişi ayrı ayrı iftara davet etmiş. Hepsinin davetini kabul etmiş. İftardan sonra 40 hane sahibi, pabuçlarının bir teki bizde kalmış diye, Mevlana’ya kırk pabuç teki getirmiş. Tayyı mekan ve tayyı zaman konuları tasavvufta anlatılagelen ve günümüzde de çok merak edilen fenomenlerdir. Arabi’nin işleyiş mekanizmasını anlattığı sır, işte bu fenomenin nasıl gerçekleştiğini de tarif eder.

Çünkü duyularla algıladığımız madde dünyasının ötesinde ve üstünde bulunan soyut alemlerde icad edilen bir varlık nasıl madde dünyasında görünür oluyorsa soyut alemlerde yapılan ziyaretler de aynı şekilde görünür olur.

Öyleyse konu gelip alemin yaradılışına ve bu sırada ortaya çıkan yaradılış mertebelerine dayandı. Ki bu mertebelerin her biri de oranın sakini olan varlıklar sebebiyle başlı başına bir alem olarak nitelendirilir.

Madde alemi, mana aleminin sembolüdür. Cisim aleminde gördüğümüz her şey, soyut alemdeki varlıkların suretidir. Gerçek yaradılış varlıkların Allah tarafından yaratılmalarıdır.

İbnül Arabi’den yaradılış mertebeleri konusu karışık gibi görünmesine rağmen aslında anlaşılmaz değildir. Biraz daha detaylara inelim. Arabi, “yoktan var etme” fikrinin bile, Allah’ın ilminde eksiklik uyandırdığını düşünür. Ona göre yaratılan her şey, yaradılıştan önce Allah’ın ilminde zaten var olanlardır. “Ol” emri Arabi’ye göre bir müjdedir. Allah’ın ezeli ilminde var olanı suretine lütfetmesini müjdeler.

Allah yarattığı her sureti tüm alemlerde, yani yaradılış aşamalarında korur ve kollar. Varlığın devamı buna bağlıdır. Oysa kulun yaratımı dolaylıdır. Öncelikle kul yaratılmış olandan yaratmaktır. Yani yaratılan suretin bilgisi, Mutlak vücutta zaten mevcuttur.

Öte yandan kulun yarattığını koruyup kollaması da Allah’ınki gibi değildir. Dolayısıyla arif kişinin dikkati bir anlığına dağılacak olursa maddede görünür olan kuş da yok olacaktır.

Ama kamil veliler beş yaradılış mertebesi olarak bilinen beş alemin bilgisini de kendilerinde zapt etmişlerdir. Bu yüzden onlar halk ettikleri şeyi koruyup kollamakta gaflete düşmezler. Çünkü halk edilen suret, bütün alemlerde varlık kazanmıştır. Varlık farklı mertebelerde de görünür olacağı için artık suretler birbirlerini korur ve kollar hale gelirler.

Peki İbnül Arabi’den Yaradılış Mertebeleri Doğrultusunda, Kamil Velinin Bilgisini Kendisinde Zapt Ettiği Alemler Nelerdir?

Bunlar beş yaradılış mertebesini anlatan, beş alemdir. Muhyiddin İbnül Arabi ve onu takip edenler bunlara Hazârat-ül Hams adını verir. Ancak bu alemler kendi içlerinde de farklı mertebelere ayrılırlar. Mutasavvıflar zaten karmaşık olan bu bilgiyi takip edilebilir kılmak için mertebeleri yedi alemde değerlendirme yolunu seçmişler.

Allah’ın isim, fiil, sıfat ve tecellîleri sonsuz olduğu gibi bunlara mazhar olan kâinat da sonsuzdur. Kâinat her an yeni bir tecellî ve yeni bir yaradılış durumundadır. Bu görünümler yedi yaradılışın beş mertebesinde ve yedi alemde gerçekleşir.

Bu mertebelerin ilkine “gayb-ı mutlak” adı verilir. Burası gizli alemdir. Buraya La Taayyün de denir. Taayyün’ün kelime anlamı belirmektir ama burada her şey o kadar örtülüdür ki, bu mertebe bilinmezlik mertebesi olarak tanımlanır. Bu mertebede Hakk mutlak gayb halindedir. Henüz isim ve sıfatlar dairesine inmemiştir. Tecelli ve belirme henüz söz konusu değildir. İnsan bilgisinin hiçbir şekilde ulaşamadığı bir seviyedir.

Buraya Amâ-yı Mutlak da denir. Arabi “Başlangıçta Allah Amâ’daydı” der. Buradaki amâ kelimesi metafizik bir bulut gibi tarif edilir. Tabi bu soyut bir kavramı, sembollerle tanımlama çabasından ibarettir.

Arabi, “Bil ki, Allah denilen varlık, kendisi bakımından tek ve eşsizdir… İsim ve sıfatları yani (kudret ve imkânları) bakımından O bir ‘kül’, yani topluluktur veya bütündür.” diye yazmış.

Bizler için kainatta gözlemlenebilir ve deneyimlenebilir olan ikinci kısımdır. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarıdır. Allah’ın Mutlak Zatı yaradılmışlar için her zaman için gizli kalacak bir hazinedir.

Dolayısıyla bundan sonra yaradılış mertebelerinde anacağımız her şey bu ikinci kısımla ilgilidir. Başlangıçta suretine lütfettiği kudret ve imkanlardan ibarettir. Yani yaradılmışlar için sonsuz olan kainat, Allah’ın Mutlak zatıyla kıyaslandığında sınırlıdır. Öte yandan her insanın bu sonsuz bilgi havuzundan indirebilecekleri de kendine ve yaradılışına özgüdür.

Arabi, “Her yaratılanın ancak kendisine göre bir Rabbi, yani Tanrı’sı vardır. Bu nedenle, Allah’ın yaratılana göre bir bütün olması mümkün değildir. Her varlık, kendisinin sahip olduğu değer kadar, yani ulaştığı anlayış, kavrayış ve bilinç kadar O’nu idrak edebilir.” diye yazmış.

Her mertebede Allah’ın bilgisi, varlığa kendi mümkünü ölçüsünde tanımlanır. Dolayısıyla insan bilgisinin hiçbir şekilde ulaşamayacağı Gayb-ı Mutlak mertebesinin altına bir çizgi çekelim. Fakat aşağıda kalan alem üzerindekinin tecelligahıdır. Bir başka tarifle, alttaki alem yukarıdakinin aynasıdır. Dolayısıyla birinci mertebedeki gizli alemle ilgili bilgimiz, ikinci mertebede açığa çıkanlarla sınırlıdır.

Vahdet-i Vücuttaki ikinci yaradılış mertebesi yani ikinci alem, Gayb-ı İzafidir. Adından da anlaşılacağı üzere bir üst aleme göre, daha az gizlidir. Ama hala latiften de latif olan, soyut bir alemden bahsediyoruz.

Taayün-i Evvel ilk belirme mertebesidir. Buraya Hakikat-i Muhammediye ve akl-ı evvel tanımları da yapılıyor. Hepsini tek tek açalım ama önce ayan-ı sabite ile başlayalım.

İbnü’l-Arabî sadece Allah’ın zatını hak ve hakikat olarak bilir. Diğer her şey ilahi varlığın, Vahdet-i Vücud olarak tanımlanan vücutta görünür olmasından ibarettir. Onlar mümkünlerdir. İlahi misaldirler… Hayalin hakikatleridirler… Bunlara ayan-ı sabite denir.

Bir başka anlatımla a‘yân-ı sâbite Allah’ın kendi kendisinin bilgisidir. A‘yân-ı sâbite ne bütünüyle Tanrı ile özdeştir ne de Tanrı’dan tamamen başkadır.

Arabi bir şeyin dış dünyada görünmeden önce Allah’ın ilminde varolma haline “Subût der. Dış dünyadaki varoluşuna ise “vücud”… Vahdet-i vücud, Allah’ın ilminde varolanın surette görünür hale gelmesini anlatıyor.

Bir varlık dış dünyada göründüğünde bile sübuttaki varoluşu devam etmektedir. Bu başlangıçta söz ettiğimiz alemlerin birbirini kollaması ve korumasını da tarif ediyor.

Allah’ın isim ve sıfatları eşyada görünür olur, bu yüzden alemler Allah’tan bağımsız değildir. Ancak Alemler Allah’ı hiçbir şekilde kuşatamaz ve bire bir yansıtamaz.

Arabi’ye göre Allah, ilk olarak ervah-ı müheyyeme’nin suretlerini kabul etmiştir. Bunlar ilahi huzurda dolaşan ve kendilerinin farkında olmayan ruhlardır. Allah bunlardan birini seçerek ona tecelli ilmini lütfetmiştir.

İşte alemin yaratımda ilk adım olan bu ruha, Ruh-ı Azam, Akl-ı Külli ya da Akl-ı Evvel denir.

Akl-ı Külli bu tecelliyle kendisinin kendisinden müteşekkil olduğunu akledebilmiştir. Ve hemen ardından kendisinin varoluşsal bir gölgesinin bulunduğunu görmüştür. Bu gölge onun nefsidir. Bu da Nefs-i Küllî ya da Levh-i Mahfuz adıyla anılır.

Akl-ı Külli kendisine Allah tarafından lütfedilen tüm bilgiyi Levh-i Mahfuz’a yazar. Arabi Akl-ı Külli’yi kalem, Levh-i Mahfuz’u da kitap sembolüyle tanımlar. Kıyamet gününe kadar olacak her şey Kalem tarafından, kitaba yani Levh-i Mahfuz’a yazılmıştır.

Tüm varlıkların hariç âlemde görünür olmadan önceki ilk örnekleri, yani özü olan a‘yan-ı sâbite, Levh-i Mahfûz kitabına nakşedilmiş yazılardır. Görünen varlıklar ise âlem kitabına yazılmış yazılardır.

Bu yüzden Arabi varlıkları tanımlarken “kelime” kavramını kullanır. Her varlık yani kelime ayan-ı sabitesini kendi içinde saklar… Ve onun bir yansıması, vücud bulmuş halidir.

Hakikat-ı Muhammediye’ye gelince. Aslında Hakikat-i Muhammediye de Ayan-ı Sabite içinde bulunur. Ama özü itibarıyla farklı bir mertebe olarak değerlendirilir. Gayb-ı Mutlak’ta Allah’tan başka hiçbir şey yokken, ikinci mertebede ilk defa hakîkat-i Muhammediyye var olmuştur. Bütün varlıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir. lemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Buna yaratımdaki ilk fikir de diyebiliriz.

Alemin varlık sebebi Allah’ın bilinme muradıdır. İnsanın varlık sebebi ise Tanrının tek bir şeyde görünme muradıdır. İnsan yaratım mertebelerindeki son aşama olmakla birlikte, başlangıçtaki ilk fikirdir. Yaratımın hem amacı hem de hedefidir.

Vücudun son mertebesinde anacağımız İnsan-ı Kamil, Muhammedi bilincin cisim aleminde ortaya çıkmasıdır. Kamil insan tüm alemleri cem eden, yani kendisinde birleştirendir.

Yaradılış mertebelerinden üçüncüsü Taayyün-i Sani olarak adlandırılır. İkincil belirme, ortaya çıkma mertebesidir. Bir önceki mertebe Gayb’a yakın olandır, bu mertebe ise bizlerin bulunduğu Şehadet alemine. Burada külliyen ortaya çıkan varlığın daha kesifleşerek kişiselleşmeye başladığını gözlemleriz.

Burası Ruhlar Aleminin, Melekut Aleminin ve Misal Alemininin bulunduğu mertebedir. Arabi’yi takip eden mutasavvıflar zaten karmaşık olan yaradılış şemasını takip edilebilir kılmak için bunları ayırarak altı ya da yedi alemde değerlendirmişlerdir.

Taayyün-i Sani’de İlmi suretler bir derece daha kesifleşerek, basit cevher haline dönüşürler. Bu kesifleşme nedeni ile ruh adını alırlar. Ancak bir sonraki mertebeye göre hala latiftirler.

Ruhlar artık Allah’ın isimlerine ve sıfatlarına mazhar olmuşlardır. Yani Allah onlara hayat vermiş, tüm adlarını öğretmiştir.

Melekler de bu mertebenin sakinleri arasındadır. Arabi meleklerin ruhun kudret sıfatının mazharı ve temsilcisi olduklarından bahseder. Yani melekler erkleri, yetenekleri, gücü temsil ederler. Bu yolla ilahi isimlerin ortaya çıkmasını sağlarlar. Melekler Alemin görevlileridir.

Suretler hakikat yönünden tektir. Ancak görünüm yönünden çoktur.

Misâl âlemi Hak ile Halk arasında bir geçiş bölgesi ve ara âlemdir.

Gaybı yani bilinmeyen alanı, görünebilir, izlenebilir olandan ayıran bir berzahtır. Aynı zamanda onları birleştiren bir ara bölgedir.

Maddî özelliklerden yoksun olan ve herhangi bir sûrete sahip olmayan ruhlar âlemindeki varlıklar, misal âleminde sûrete bürünürler. Rüyada görülen sûretler gibi somutluk kazanırlar. İnsan tarafından izlenebilir hale gelirler.

Aynı şekilde maddî bir sûrete sahip olan varlıklar da, bu âlemde ruhanileşirler… Ve tıpkı rüyadaki sûretler gibi maddî ve cismânî özelliklerinden arınarak hareket ederler.

Şehadet âleminde yani cismani alemde görünür olacak olan her bir varlık, önce bu mertebede sûret bulur ve sûretine göre cisim âleminde görünür olur.

Bu ilişkiyi şöyle özetleyebiliriz: Rûhânî âlem mânâdır, Misâl âlemi mânânın döküldüğü kap olan kelimedir, maddî âlem ise kelimenin uygulama sahasıdır.

Beşinci alem Şehadet alemidir. Mutlak Vücud’un varlığı iyice kesifleşerek eşya ve cisimler şeklinde ortaya çıkar. Burası madde alemidir. Burada kâinat düzenindeki her bir mevcud, düzenin devamı için kendine verilen vazifeyi yapar.

Son mertebe İnsan-ı Kamil mertebesidir. Burada başlangıçtaki ilk fikir, hedefiyle buluşur ve tamamlanır. Kamil insan önceki dört mertebeyi kendisinde toplayan, cem eden, onları birleştirendir. Bu sebeple İnsan-ı Kamil alemlerin sırrıdır. Hakk’ın aynasıdır.

Arabi’ye göre bu yüzden İnsan-ı Kamil kimi zaman Rab olur. Halk eder… Çünkü yaratımın sırrına vakıf olmuştur. Onun için zaman ve mekan ortadan kalkar. Alemler bir olur. Ama bu yine de Hakk’ın varlığıyla mümküdür. Çünkü onun bedenini kullanan ve O’nun varlığı aracılığıyla Rab olan yine Hakk’ın kendisidir.

İnsan-ı Kamil kimi zaman Kul olur. Nefsinin muhtaçlığını, fakirliğini ve acizliğini görür. O zaman da tüm ihtiyaçlarını Hakk’tan ister ve Hakk ile genişler.

İnsan-ı Kamil, Allah’ın hayali ve muradıdır. Onun kendine Halife kıldığı varlıktır. Kamil insan Adem’ler için bir potansiyeldir. Bu potansiyel Adem’i Alemlerin seyyidi yani önderi yapar. Bu sebeple Hazreti Muhammed Aleyhisselam alemlerin seyyidi olarak anılır. Vahdet-i Vücut içindeki tüm mümkünlerin kapısı ona açılmıştır.

Arabi, Rab olunca insanın yaşantısının kısıtlandığını, tüm alemlerdeki varlıkların kendisinden bir şeyler istediklerini söyler. Bazı ariflerin bu yüzden ağladıklarından da bahseder. Başlarken de dediğimiz gibi Hakk’a kul olmak, insana gerçek anlamda özgürlük ve mutluluk vadeder.

İnsan-ı Kamil’in ortaya çıkışıyla yolculuk tamamlanır. Yaradılışın sırrı açığa çıkar ve Allah’ın muradı tamamına ermiş olur. Bu yüzden Arabi, Fusus’taki Hikmetlerin herkese ulaşmasını istemiş.

Arabi bize “BİR” olan üzerinden suretlerini anlatırken, diğer yandan bizi bütünü kavramaya ve bu yolla onun bilinçli bir parçası olmaya davet eder.