fbpx

İnsanın Pusulası ve İbnül Arabi -II

İnsanın Pusulası Ve İbnül Arabi

İnsanın yaratılış içindeki rolünü tanımlarken çıtayı fazla yükseğe koyduğumuzun farkındayım. Ama bu, cesaretimizi kırmasın. Tam tersine, kendimizi ve yaşam koşullarımızı küçümsediğimiz ya da şikayet ettiğimiz her an aklımıza gelsin. Yola devam edebilmek için bize güç ve ilham versin. Çünkü yolcu, her daim yolunda gerek. Ve bu yolda alemin her zerresi yolcunun emrine amadedir. Bakış açımızda bu yönde yapacağımız bir ince ayar, bilinç seviyemizde büyük değişikliklere yol açabilir.

Şimdi gelin, insan olma deneyiminin hakkını nasıl verebileceğimize daha yakından bakalım. Sıralamayı gönlümden geçtiği şekilde yaptım, bilgiler ise İbnül Arabi’nin öğretisinden bir derlemedir.

Bana kalırsa tekamül yolculuğunda, yaratılıştaki aşk bağını ilk sıraya koymalı. Çünkü aşk, yolcuya kalbî bütünlük verir. Aşk yaradılanı yaradana sağlam bir şekilde bağlar. İbnül Arabi de “Biz aşktan sudur ettik, aşk üzerine yaratıldık, aşka doğru yöneldik, aşka verdik gönlümüzü” demiş. Bunu yaratılışın başlangıcında tecelli eden ilahi sevgiyle açıklamış.

Kudsi bir hadise göre Allah, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim ve kainatı yarattım” diye buyurur. Buradaki “istek” kelimesi, Arapça “muhabbet” kökünden gelmektedir. Yani Allah yaratımın başında sevgiyle tecelli etmiştir. Arabi’ye göre alemin yaratılmasının temel sebebi Aşk’tır. Aşk, BİR olanın ilk sapması ve sevginin de ilk tezahürüdür…

İbnü’l-Arabî bu Tanrısal belirmeyi, “taşmak” anlamına gelen feyz kelimesi ile ifade eder. Alemin kademe kademe yaratımı sırasında Allah ve yarattıkları her seferinde karşılıklı olarak hamd ederler. Yani her bir görünüm şükürle ve karşılıklı övgüyle ortaya çıkar. Alem böylesi bir şükür dairesinin içinde varoluş kazanır.

Allah, varlıklara kendi nurundan elbise giydirip tezâhür etmelerini sağlayarak onları ilahî nurun formları haline getirir. Ve onları yüzünü göreceği aynalara dönüştürür. Yaradılmış olanlar da Allah’ı onun sıfatlarının ve isimlerinin kendilerinde zuhur etmesi yani belirmesi, görünür olması sayesinde bilirler. Ve her seferinde gördüklerine hamd ederler. Bu yüzden şükürle, hayretle ve hayranlıkla yaşamak; yolcunun bilincini ve yolunu açan bir karar olacaktır.

Tekamül yolculuğunda Vahdet-i Vücud bilgisini ikinci sıraya koyalım. Yani tüm alemin tek bir vücudun farklı görünümleri olduğunu her daim hatırda tutmayı. Çünkü bu bilgi de yolcuyu yola ve diğer yolculara bağlar.

“Bil ki, Allah denilen varlık, kendisi bakımından tek ve eşsizdir. İsim ve sıfatları (kudret ve imkânları), bakımından O bir ‘kül’, yani topluluktur veya bütündür. Her yaratılanın ancak kendisine göre bir Rabbi, yani Tanrısı vardır. Bu nedenle, Allah’ın yaratılana göre bir bütün olması mümkün değildir. Her varlık, kendisinin sahip olduğu değer kadar, yani ulaştığı anlayış, kavrayış ve bilinç kadar O’nu idrak edebilir.”

Füsusul Hikem’den aldığımız bu paragraf, tek başına bir kitap olabilecek derinlikte bilgi aktarıyor. Arabi, Allah’ı kendisi bakımından her zaman ayrı bir yere koymuş ve onu insanın ya da vücuttaki herhangi bir varlığın algılayamayacağı bir sır olarak tanımlamıştır.

İnsanın idrak potansiyeli Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tecelli ettiği vücud’daki ilmiyle sınırlıdır. Vücuttaki hiçbir varlık bunun ötesine geçemez.

Arabi’ye göre Vahdeti Vücud yani tüm evren, tüm varoluş, tüm kainat, yaradılmış olan her şey tek bir nefeste külliyen yaratılmıştır. Varoluşun ikiliği mümkün değildir. Oysa biz, her dakika çokluğu tecrübe ederiz. Fikir ile deneyim çatışma halinde… Zaten yolculuğu var eden de bu çatışmadır. Çatışma, yol ayrımları, kırılım anları tüm iyi hikayelerin ortak noktasıdır. Yukarıda ne varsa aşağısı da öyledir.

Bizim deneyimlediğimiz çokluk, vücudun farklı suretler olarak görünür olmasından kaynaklanmaktadır. Vücuddaki görünümler aşağıya indikçe kesifleşir ve kişiselleşir. Mesela Arabi’nin anlatımından kabaca oluşturduğumuz şu şemada, en geniş halkada ilahi huzurda dolaşan ve kendini Allah’ın varlığından ayıramayan Ervahı Müheyyeme ruhları bulunuyor. Allah bunlardan birini seçip ona ilmini lütfediyor. İşte ilk kişiselleşme ve kesifleşme burada gerçekleşiyor. Bu ruh Aklı Evvel… Aklı Evvel kendisinin kendisinden müteşekkil olduğunun farkında ve hemen ardından bir nefsi olduğunu idrak ediyor ve kendisine lütfedilen tüm bilgiyi Nefsi Külli’ye, yani Levhi Mahfuz kitabına yazıyor.

Arabi’ye göre yaradılış böyle kademe kademe ayrışıyor, ayrıştıkça kendi rengini, kimliğini, kudretini özetle kendine has ilahi bilgiyi daha keskin hatlarla ortaya koyuyor. Arabi’nin nefs mertebelerine ilişkin anlatısı burda gördüğünüzden çok daha kapsamlı ve ayrıntılı…

Biz şimdi insanın bu yaratımdaki yerine bakarak devam edelim. Hatta insanlık ailesinin bir ferdi olarak benim bu yaratılıştaki yerime bakalım. Gördüğünüz gibi ben, bu yaratım kümesinin içinde müstakil bir yere sahip olmakla birlikte tüm kümelerin de içinde yer alıyorum. Ben, hem benim hem de Arabi’nin amâ dediği ilk nefesim. Hem aklı külliyim hem de ruhlar aleminin bir parçasıyım… Öte yandan bu yolculuktaki rolümü oynayabilmem için kendi müstakil varlığıma ihtiyacım var. Yani bir benlik oluşturmaya… Aksi takdirde Ervahı Müheyyeme gibi bütünün içinde kaybolur giderim çünkü zaten oraya aitim. Ama Allah’ın arzusunu gerçekleştirebilmem için bu ‘Ben’ bana lazım. Öte yandan Allah’ın arzusu olan yolculuğu tamamlayabilmem için diğer her şey de bana lazım. Bu yolu hakkıyla yürüyebilmek için de aslında her şeyin tek ve bir olduğunu, birden geldiğini, çoğalarak renklendiğini hatırlayabilmem lazım.

Aslında yaratımın kusursuzluğu sadeliğinden ileri geliyor. Biz insanlar kendi fikrimizi, zikrimizi, düşüncelerimizi önemli kılmak için meseleyi karmaşıklaştırıyoruz. Hazreti Ali’nin dediği gibi “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı…” Fakat işin bir de şu yüzü var: Mesele karmaşıklaştığı ölçüde, oyun da, yolculuk da renkleniyor.

Tekamül yolculuğunda insan olma deneyiminin hakkını nasıl verebilirim? Bana ne yardımcı olur? sorusuyla çıkmıştım yola. Geldik üçüncü ve son maddeye…

Bir yolcunun yolunu çok kolaylaştıracak bir şey… Ne olabilir acaba? Sanırım yön duygusu, harita okuma becerisi.

Peki ruhsal bir yolculukta bu hangi beceriye karşılık gelir sizce? Bana göre kutsalın dilini öğrenmeye, sembol okuyabilme becerisine.

İster kadim bir öğreti olsun ister bir kutsal kitap, ilahi bilgiyi aktaran bir metni, görünürde anlatılan hikayeden ibaret sayarsanız, hem kendinize hem de o metne haksızlık etmiş olursunuz. Bakın Arabi’nin bir okyanus olarak tanımladığı Mevlana Celaleddini Rumi bu konuda ne diyor:

“Bil ki Kur’an’ın bir zahirî (görünen yüzü) var. Zahirin gizli ve pek kudretli bir de iç yüzü var. O bâtının (görünmeyen, içrek yüzü) bir bâtını, onun da bir üçüncü bâtını var ki, onu akıllar anlayamaz hayran kalır. Kur’an’ın dördüncü bâtınıysa eşsiz örneksiz Tanrı’dan başka kimse görmemiş kimse bilmemiştir. Oğul sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma. Şeytan da Adem’i topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi.” Mesnevi 6. Cilt

İbnül Arabi de, kutsalın işte bu görünmeyen, saklı kalan içrek yüzünü anlatmak konusunda derya deniz bir mutasavvıftır. Hayatını metafizik bir alanı anlama ve anlatma çabası içinde geçirdi, hatta ömrünü buna vakfetti desek yeridir. Yüzlerce eser verdi. Arabi, yaşadığı mistik tecrübeyi anlatılabilir ve anlaşılabilir kılmak için adeta bir sembol dili inşa etti. Ayna, kalem-kitap, ışık-yansıma- gölge, manevi felekler, ayan-ı sabite ve daha niceleri…

Metafizik yani fizik ötesi, yani soyut bir alanı ya da kavramı anlatmaya soyunduysanız sembollerin devreye girmesi işten bile değildir. Çünkü anlatmaya çalıştığınız şeyin bu madde dünyasında doğrudan bir karşılığı yoktur. Ama ona karşılık gelen bir hikaye vardır. İşte o hikaye yani bilgi öbeği semboldür. Sembol bir kelimeden, görüntüden ya da eylemden öte bir kavramdır. Sembolü bir bellek olarak düşünün. Sembolün bilgisi sizin kollektif dağarcığınızda mevcuttur. Zamanı geldiğinde bir temas sembolü etkinleştirir ve sembolün bilgisi sizin zihninizde açılır. Sembolü öğrenmezsiniz; onu kavrarsınız. Sembol sizin içinizde kademe kademe açılır. Onu hissettikçe yaşamaya başlarsınız. Sembol, zamanla sizin içinizde kendi gerçekliğini yaratır.

İbnül Arabi eserlerinde aktardığı bilgiyi ruhsal aleme, daha doğrusu misal alemine yaptığı yolculukların neticesinde edinmiş: Yani rüya, hayal, sezgi ve ilham yoluyla. Misal alemi soyut ile somut arasında bir geçiş noktasıdır. Hak ile halk arasındaki ara âlemdir. Misal alemi ruhsal dünya ile madde dünyası arasında bir geçiş koridoru olduğu için her iki alemden de özellikler barındırır. Siyah ve beyazın buluşması sırasında ortaya çıkan gri alan gibi. Gri ne tam siyahtır ne de beyaz ama her iki rengin varlığını ve bilgisini barındırır.

Misal alemi madde dünyası gibi katı olmamakla birlikte, soyut alanın insan varlığı tarafından bir şekilde izlenebilir hale geldiği ara bölgedir. Maddî özelliklerden yoksun olan ve herhangi bir sûrete sahip olmayan ruhlar âlemindeki varlıklar, bu âlemde sûrete bürünürler. Rüyada görülen sûretler gibi somutluk kazanırlar. Böylece insanın algısına süzülebilir hale gelirler. Aynı şekilde madde aleminde bir sûrete sahip olan varlıklar da bu âlemde ruhanileşirler… Ve tıpkı rüyadaki sûretler gibi, maddî ve cismânî özelliklerden arınarak hareket edebilirler.

İlahî hakikate dair manalar önce misal alemindeki suretlerin, formların veya kelime kalıplarının içine inerler. Burda açılır ve bir derecede izlenebilir hale gelirler. Ardından vahiy, ilham ve kalbi keşif yoluyla insanların algı ve idrak dünyalarına süzülürler.

İbnül Arabi, peygamberlerin ve velîlerin Allah hakkında akıl ve fikir yoluyla oluşturulan bir bilgiye sahip bulunmadıklarını, Hakk’ın bilgisini kalbi keşiflerin açılmasıyla elde ettiklerini savunur.

Bu yüzden kelime kutsal olduğu zaman onun anlamına ulaşmak için beraberinde mistik tecrübe gerekir. Bunu sağlayan da kelimelerin çoklu anlam dünyasına nüfuz etmektir. Yani sembol dilini çözmek, onu kullanmakta, okumakta ustalaşmak…

Kutsalın dili kademe kademe açılır yolcuda, açıldıkça da yolu berraklaştırır.

Sembol demişken, yaradılışın en güçlü sembolünü anmadan geçmeyelim. İnsanı… İnsan, varoluşun iki boyutunu yani cismani ve ruhani alemi nefsinde birleştirir. Bu yüzden varlık içindeki en güçlü yaratımdır. Çünkü diğer bütün semboller kendilerine atfedilen kadarıyla tanımlıyken, insan vücuda lütfedilen bilginin tamamını bünyesinde taşır. Çünkü Alemin yaratımı onunla başlar ve onunla tamamlanır.