“Yaşım tutar tutmaz derhal kılıç kuşanmaya, at binmeye, silahlarla ilgilenmeye ve askerler arasında dolaşmaya başlamıştım” diye yazmış Arabi, Dîvanül Ma’arif’de…
İspanya’nın Endülüs bölgesinde doğan Muhammed bin Ali -ki bu ona ailesinin verdiği isimdi- yönetimle yakın ilişkileri olan bir asker ailesine mensuptu. Çevresindekiler genellikle asker ve nüfuz sahibi kişilerdi. O da doğal olarak çocuk yaşta, bildiği hayatı sorgulamadan üzerine giyinivermişti. Fakat çok geçmeden ruhunun, kendisi için başka planları olduğunu sezmeye başladı.
Henüz on beş yaşlarındayken bir gün, maiyetinde bulunduğu Emir ve beraberindekilerle birlikte camiye gidip namaza dururlar. Genç Arabi ülkeyi elinde tutan bir adamın secdeye kapanmasına takılır. Tanık olduğu bu görüntü, onu ezbere seçtiği gelecekten hızla uzaklaştırır. Dünya mülkünün hiçbir kıymeti olmadığına karar verir.
Ve o günden sonra hem orduyu, hem de dünya işini, bir daha dönmemek üzere bırakarak tasavvuf yoluna girer.
Şüphesiz o yaşta bir delikanlının tek bir gözlemle dünyadan elini eteğini çekmesinin mantıklı bir izahı yok. Zaten Arabi’yi bu yol ayrımına getiren süreç de henüz ergen yaşındayken girdiği halvet neticesinde başlamış. Halvet, tasavvuf erbabının yoğun ibadet ve tefekkür için, tek başına bir yere kapanma sürecine denir.
Anlatılanlara göre Arabi henüz sakalı bile çıkmamışken girdiği bu halvette, bazı fetihlere nail olmuştu. Ruhunun kendisi için çizdiği yol, aslında çocukluktan çıkar çıkmaz, önünde belirmeye başlamıştı.
Arabi on dört ay halvette kaldığını ve daha sonra yazacağı bütün sırların kendisine o anki fethi sırasında açıldığını kaleme almış. Burada yaşadıklarını kendinden geçme hali olarak tanımlamış.
Arabi, bu halvetin bir lütfu olarak üç peygamberin rüyasına gelip kendisine yol gösterdiklerinden bahseder. Hazreti İsa’nın kendisine zühd ve tecridi (yani dünya mülkünden yüz çevirerek, soyutlanmayı) emrettiğini, Musa Aleyhisselam’ın da ledünni ilmin nasıl edinileceğini öğrettiğini anlatır.
Hazreti Muhammed Aleyhisselam’ın ise “Bana tutun, selamette olacaksın” dediğini…
Ağlayarak uyanır Arabi ve bu rüya kendini Allah yoluna adayışının da başlangıcı olur. Hayatı boyunca Hazreti Peygamber’in izinden gider. Hatta kendini onun varisi olarak görür.
Arabi ve Felsefesi
Yıllar sonra, Arabi 67 yaşındayken, Hazreti Muhammed bir kez daha rüyasına girer. Elinde bir kitap tutmaktadır. Arabi’ye “Bu Fusûsul Hikem kitabıdır. Onu al ve yararlanmaları için insanlara ulaştır” der… Arabi bu rüyayı emir kabul eder ve en müstesna eserlerinden olan Fusûsul Hikem böyle ortaya çıkar. Arabi kitabın girişinde “yorumlayan değil, yalnızca bir tercüman olayım” diye dua eder. Fusûsul, gerçekten de 27 peygamberin ruhani kimliği üzerinden, insan bilincinde derin kapılar açan bir eserdir.
Arabi bir Allah aşığıdır. Hazreti Muhammed Aleyhisselam da, hayatının ve eserlerinin pusulasıdır. Arabi, alemdeki her şeyin, Muhammed’le başlayıp Muhammed’le bittiğine inanır. Elbette burada daha çok metafizik bir gerçekleşmeden söz etmektedir.
Arabi’ye göre Alemin kökeni Allah’ın, nurunu yayma isteğine dayanır. Allah nurunu yansıtmak suretiyle kendi ilminde varolan mümkünleri cehaletin karanlığından çıkarır. Böylece mümkünler onu gözlemleyecek, O da kendini mümkünlerde gözlemleyecektir.
Arabi külliyen taayün eden, yani bir anda ortaya çıkıp görünür olan bu mümkünlere, Ayan-ı Sabite der.
Ayan-ı Sabite, tek bir vücutta görünür olur ve alemi meydana getirir. Dolayısıyla Vahdet-i Vücud olarak bildiğimiz vücuttaki birlik; alemi, Ademi yani yaratılmış olan mevcudatı anlatmaktadır. Doğrudan Allah’ı değil. Çünkü Allah’ın mutlak varlığı gayptadır; gizlidir, örtülüdür, bilinemez. Vücuttaki birlik, yani alem ve insan da, ondan ayrı bir şey değildir ama ona eş kabul edilemez.
Arabi’ye göre Allah’ın mutlak varlığı, kendi kendine yeten ve mahlukata ihtiyaç duymayan bir yapıdadır. Mevcudatın yaratılışı ise Allah’ın isim ve sıfatlarının hükümlerini icra etmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.
Arabi bu durumu şöyle tarif eder:
“Allah, zatı ve varlığı itibarıyla, alemlerden müstağnidir (yani onlara tamah etmeyecek yapıdadır). Ama ‘Rab’ olması itibarıyla, ona muhakkak ‘merbub’, yani ‘kul’ lazımdır”
Alemdeki her şey Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarının hükümleri üzerine ortaya çıkar ve mümkünler aracılığıyla, yani Ayan-ı Sabite aracılığıyla, görünür olur. Böylece gözlemlenebilir hale gelirler. Bu yolculuk Hakk’ın kendinden kendine yaptığı bir yolculuktur.
Mümkünler yani yaradılmış olan her şey, Hakk’ın bir görünümüdür ve varlığı ona bağlıdır. Mümkünler varlığa da, yokluğa da aynı derecede eğilimlidir. Onları varlığa getiren, ilahi “Kün” yani “Ol” emridir.
Arabi eserlerinde bu metafizik yapıyı, son derece ayrıntılı bir şekilde uzun uzun anlatır. Fütuhat-ı Mekkiye, batıni ilimler alanında kaleme alınmış çok geniş kapsamlı bir eserdir: Ontoloji yani varlık bilimi, kozmoloji yani evren bilimi, velayet yani evliyalık, nübüvvet yani peygamberlik, ahiret halleri, tefsir, fıkıh ve ibadetler 428 bölümden oluşan bu eserde ayrıntılı şekilde incelenmiştir.
Eserin son gözden geçirmesi, Arabi’nin ölümünden iki yıl önce tamamlanmış. Fakat içindeki terimler ve fikirler, yazarın gençlik eserlerinde kaleme aldıklarıyla aynıdır. Bu durum Arabi’yi araştıran uzmanlarca şöyle değerlendirilmiş: “Sanki bütün veriler, tek bir an içinde ortaya çıkmış gibi görünmekte”… Bu da bizi tekrar, Arabi’nin o ilk halvetinde yaşadığı cezbe haline dair yazdıklarına götürüyor:
“Daha sonra yazacağım bütün sırlar, o anda açıldı”
Arabi’ye göre Hakikat-i Muhammediye, Ayan-ı Sabite içinde tezahür eden ilk varlıktır. Aynı zamanda nihai gayedir. Ayan-ı Sabite, varlıkların metafizik alemdeki ilk kopyalarıdır. Alemdeki her şey bu mümkünlerden tezahür eden suretlerde ortaya çıkar. Hakikat-i Muhammediye bunlar içinde en kadim olandır.
İlk olan, sonraki her şeyin sebebidir ve onların varlık ilkesidir. Aynı zamanda onlara vasıtadır. Hakikati Muhammediye, sürekli ve daimi olarak BİR’den çıkan tecellilerin, ilk yansıdığı hakikattir. Bir berzah yani bir geçiş alanı olması sebebiyle de ilk tecelliyi diğer hakikatlere ulaştıran hakikattir.
Bu yüzden Arabi’ye göre, bilgisi olsun ya da olmasın, yaradılmış her insan, özü itibariyle Hazreti Muhammed’in ümmetindendir. Alemde yaratılan son şey olmasına rağmen insan, alemin yaratılış amacıdır. Alem fikri, insan fikrinden ortaya çıkmıştır.
Arabi, Kudsi bir hadiste geçen: “Ey Ademoğlu! her şeyi senin için yarattım, seni de kendim için yarattım…” ifadesini böyle açıklar.
İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve gölgesidir. Arabi’ye göre başlangıç, sonda ortaya çıkar. Alemin yaratılışındaki ilk fikir İnsan-ı Kamil ile tamamlanacaktır. Çünkü kamil insan, tüm alemi kendinde cem eden yani toparlayan, bir araya getirendir.
Zaman, mekan ve düaliteden bağımsız olarak tüm yaratılışı hisseden ve her şeyde Hakk’ı görendir. Toparlayıcılığı ve birleştiriciliği buradan ileri gelir.
Arabi, Hazreti Muhammed’in insanlık türündeki en yetkin varlık olduğunu düşünür. Yaratılışın başında metafizik alemde var olan Hakikat-i Muhammediye, Hazreti Muhammed’in dünyaya gelişiyle tamamlanmıştır. İnsanlık zirveyi görmüş, Allah’ın dileği tamamına ermiştir. Bu yüzden Arabi: “Her şey onunla başladı ve onunla bitti” der.
Yazının devamı için buraya tıklayabilirsiniz.